İki Kültür ve İki Dilin Birleşme Noktasında Yazar

İKİ KÜLTÜR VE İKİ DİLİN BİRLEŞME NOKTASINDA YAZAR

Hanımlar, beyler merhaba,

İzin verirseniz, “İki Kültür ve İki Dilin Birleşme Noktasında Yazar” başlıklı konuya girmeden önce, John Steinbeck’in kurnaz, hatta kırıcı bir davranışını aktarmak istiyorum.

Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığı törende (1962) Steinbeck, alışılmış teşekkürlerin ardından kısa ve öz bir konuşmayla yetinmiş, kürsüden inmeden önce, mesleğinin konuşmaya değil yazmaya dayalı olduğunu belirtmişti.

Bu anekdotu hatırlatmam boşuna değil, bir itirafın prelüdü!

Aslında değerli dinleyiciler, bir zihinsel yetersizlik kabul edilen ruh çöküntüsünün sınırında, tek yaptığı kendi kendiyle konuşmak olan birisi için meçhul bir patika olan böyle sözel bir sunuma girişmektense, kağıt üzerinde yaratılmış hezeyanlarımın okumasını sunmayı tercih edeceğimi alçakgönüllülükle size itiraf etmek için bu hatırlatmanın ardına sığınmak isterdim.

En sevdiğim muhatabım “daimon”um, beni düşünenlerin düşüncelerine kulak kabartmaktan alıkoymaz, onların düşüncelerini analiz eder, onları ifade etmeye çalışır. “Dil” deyimiyle ilgili olarak, geçenlerde, Mısırlı bir konuşmacıdan, 9. yüzyılla 13. yüzyıl sonları arasında, o zamanın bilinen dünyasında, en azından ticari, kültürel ve bilimsel merkez olan Akdeniz havzasında hakim dilin Arapça olduğunu dinlemiştim. Bugünkü İngilizce örneğinde olduğu gibi, diye de eklemişti.

Bu konuşmacının, bir dilin etkisiyle ilgili olarak –zamanın Arapçasıyla günümüzün İngilizcesi arasında-, özellikle kültür alanında yaklaşık bir buçuk yüzyıl süren -18. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın ortasına kadar-, üç kıtaya yayılmış geniş Osmanlı İmparatorluğu da dahil, Mağrib’den Rusya’ya kadar uzanan Fransız dili etkisini hesaba katmadığını düşünüyorum.Bir fikir vermek için “Frenk” kelimesi ele alınabilir. Bir vakanüvis “Frenk” kelimesine atıfta bulunduğunda, yalnızca Fransa’yla, Fransızcayla ilgili olanı işaret etmez, bütün Batı’nın alanı içinde olanı ifade eder.

Vakanüvisler zamanında, zaten “Aydınlanma Çağı” diye nitelendirilen bir asrın sonuna doğru, Boğaziçi kıyılarında yeni bir insanlık kavramı yankılanmaya başlamıştı. Dönemin padişahı, aydınlanmış hükümdar, şair III. Selim, dağılmakta olan imparatorluğunun düşüşünü durdurabilmek umuduyla bütün fikirlere, bütün çarelere açıktı. Fransız İhtilali patlak verdiğinde yaklaşık otuz yaşındaydı, Bonaparte’ın destanını yakından takip etti ve her şeyi yeniden değerlendirmenin gerekliliğini hızla anladı; fikirleri, kurumları, dinsel pratikleri, gelenekleri ve orduyu. Küllerinden yeniden doğan bu Fransız kudreti değilse ne, model olarak seçilebilirdi? Selim, ilerlemenin yolunu benimseyecekti, ama dönemin ıslah olmaz zihniyetinin kurbanı olarak tahttan indirilecek, projesini gerçekleştirme zamanı bulamayacaktı.

II. Mahmud’un saltanatı esnasındaki mütereddit bir durağanlık döneminin ardından, otuz yıl aradan sonra meşale yeniden yandı ve Sultan Abdülmecid’in tahta çıkışının (1839) ardından yenilenme arzusu bu kez, frankofon Mustafa Reşid Paşa’nın bir beyannamesiyle resmileşti. “Gülhane Hatt-ı Hümayunu” denen, Fransız İhtilalinin “İnsan Hakları Bildirgesi”nden mülhem bu resmi beyanname iledir ki, “Tanzimat-ı Hayriye” diye adlandırılan dönem başlar; bir asırdan uzun bir zaman için, II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, Batı değerlerinin temsilcisi olarak Fransız kültürünün yerleşmesine elverişli bir dönem olacaktır bu.

Benim gençlik yıllarım, Fransızcanın dilsel anlamda yerleşmesinin canlı tanığı oldu. II. Dünya Savaşı’nın öncesinde bu dil, özellikle İstanbul’da, İzmir’de; Hıristiyan, Musevi ya da Müslüman, hangi dinden olursa olsun, hâlâ hali vakti yerinde ailelerin gözde diliydi. Kütüphanelerin rafları hâlâ, Fransız edebiyatının muteber isimleriyle doluydu. Edgar Poe henüz Hugo’yu yerinden etmemişti ve ben, küçük cin, koleje girişimde hazırlığı atlamak için, okulun yaşlı mı yaşlı müdürü Birader Laurent’in karşısında OceanoNox’u ezberden okuyordum. Daha sonraysa Fransızca benim için, yalnızca okul çevresinin dili –kolejde Türkçe konuşmamızı yasaklamışlardı- değil, düşüncenin mahrem dünyasının da dili oldu: Fransız edebiyatını Fransızca okuyordum ama aynı zamanda Dostoyevski ve Zweig çevirilerini de bu dilden okuyordum. Düşünmeye, sonlu ve sonsuz hakkında, varlık ya da ahlak hakkında kendimi sorgulamaya başladığım zaman, bu düşünce de Fransızca oluşuyordu. Ve ilk yazı denemelerim bu dildeydi.

Zaten, annem ve büyükbabam gibi frankofon olan babam beni Fransız bir mürebbiyeye emanet ettiyse, bir Fransız lisesine yazdırdıysa, eğitimimin devamı için Paris’e yolladıysa bu, bu kültürün ve bu dilin bilgisini zihnin açıklığı için esas addetmesindendi; günün birinde sınırların ortadan kalkacağı bu aşağılık dünyada hayatta başarılı olmak için kaçınılmaz bir hazırlık.

Avrupa’yı mecalsiz bırakan düşmanlıkların son bulmasının ardından, sınırsız bir geleceğin ilk ışıkları zihinleri aydınlatmaya başladı. Bu savaş musibetinden kurtulmak için sınırları kaldırmak. Peki, ama… hangi çevre içinde? Aynı kültüre sahip halkların çevresi içinde. Kültür! Söz bir kere söylendi. Şimdi, tarla ürünü olmayan bu kültürün ne anlama geldiğini bilmek gerek. Sözlüklere göre şöyle bir şeydir daha çok: “Metodik bir edinimle insanı kendisi ve dünya hakkında aydınlatan, insanın zihnini geliştiren, ilerlemesini sağlayan bilgiler ve soyut değerler bütünü”. O halde bu soyut Kültürü edinmek için bir metot olmalıydı. Bu metot neye dayanıyordu? Kendini dinlemeye, doğal yeteneklerin meyvelerini vermesine, sürekli yeni bilgilerin araştırılmasına, edinilmiş bilgilerin öğretimine, yani üç kelimeyle söylemek gerekirse, Sanat, Din ve Bilime.

Tarihin, sosyetalyapılarında, coğrafi, iklimsel koşullara bağlı olarak Bilim, buluşlar evresinde örf ve adetlerin yerleşmesine katkıda bulunur.Açıklanamaz olanı açıklama arzusu olan Sanat, eldeki imkanlarla yetinir; Din ise, Öte-dünya sıkıntısına çare bulmak için “tanrısal” kavramını yaratır. Klasik Latincedeki cultura kelimesi, culture kelimesinin kökenini teşkil etiği gibi, sıkı sıkıya belirlenmiş kurallara göre tanrısal olanı yüceltmek, onu onurlandırmak anlamına gelenculte kelimesiyle de bağlantılıdır. Yüzyıllar akıp gider, insanoğlu ilerler, nihayet Yüce Varlık’ı keşfeder ve ona isimler verir: Yehova, Tanrı ya da Allah.Yüce Varlık bir tane fakat kutsal kitaplar ve onun bütünleyicileri çok sayıda, ayinler bir kültten diğerine değişiyor ve işler karışıyor: Yehova’yı yücelten onun adını telaffuz etmeyi yasaklıyor çünküYehova bir soluktur; Allah’ın hizmetkârları ona bir yüz atfedilmesinden nefret ediyorlar çünkü Allah Ruhtur; “insan olan Söz”ün müminlerine gelince, onun doğumundaki esrarı araştırmaları gerekmiyor; dogma bu eksiği kapatıyor.İncir çekirdeğini doldurmaz çekişmeler yüzünden inanalar kendi içlerinde bölünüyor, karşı karşıya geliyor, sanki mutluluğa giden yol diğerinin varlığıyla kirletilmiş gibi… Bilinçli ya da bilinçsiz Kıyameti haber veriyorlar! Ebedi bir Öte-dünyayla karşılaştırıldığında, yeryüzündeki bu geçici hayat nedir ki!

İnanç üzerine bu değerlendirme, nafile bir konudan ayrılış olarak görünebilir. Bununla birlikte, bir Kültürün bileşenleri arasında en dayanıklı, hatta en mücadeleci olanını ayırt etmemi sağlıyor. Gelenekler nihayetinde Bilimin gelişmelerine kendini uyduruyorsa, Sanat uykudaki duyguları canlandırmakla yetiniyorsa, Din de insanoğluna ölümsüzlük vaad ederek iktidarın aracı haline geliyor.Söylenen yazılmıştır. Tanrı’nın Yasası keyfiliği kaldırmaz. Ve… dua etmek diyalog değildir. Şayet sözlük anlamıyla yazar, başkası için yazıyorsa, olguların tek bir versiyonuyla körleşmesi yerine iki kültü, iki kültürü benimsemesi kendisi için daha iyidir. Kendisininkinden farklı bir külte, farklı bir kültüre yaklaşmak fırsatı bulmuş General De Gaulle’ü referans alacağım. Şöyle diyor: “Akdeniz’in karşı kıyısında gelişmekte olan ülkeler var. Ama onlarda aynı zamanda, bizim sanayileşmiş toplumlarımızda kaybetmek eğiliminde olduğumuz ve bir gün muhtemelen onlarda yeniden bulduğumuzda çok memnun olacağımız bir medeniyet, bir kültür, bir hümanizm, bir insan ilişkilerinde mana var. Onlar ve biz, hepimiz kendi ritmimizde, kendi imkanlarımızla ve kendi dehamızla, sanayi medeniyetine doğru ilerliyoruz. Ama büyük medeniyetlerin beşiği olan bu Akdeniz’in etrafında, içinde insanın araç değil amaç olacağı bir sanayi medeniyeti kurmak istiyorsak, kültürlerimizin birbirine en geniş şekliyle açık olması gerekir.”

İşte, bana göre yazarlık mesleğinin zorunlu ve başta gelen yetisi olan zihin açıklığının bir örneği.

Konuşmamın başlığı iki anahtar kelime içeriyordu; “kültür” ve “dil”. Kültürü ele almamızın ardından, şimdi de Dili inceleyelim ya da daha çok, önce sözlü ve yazılıyı, ardından basit yazı ile edebi ifadeyi karşılaştırarak dili inceleyelim.

Konuşma ve Yazı

Naçizane fikrimce yazı; söylenmiş, açıklanmış şeye ad vitamaeternam bir kalıcılık kazandırır. Çeşitli “bilgi”leri biriktirerek, üst üste koyarak, kültürlerin tamamlayıcılığı için zemin hazırlar. Çağlar boyunca yapılan keşiflerde arşivlerin önemini hatırlatmaya bilmem gerek var mı?

Yazı, uzun ömürlülüğün dışında, fikrin yayılmasını da sağlıyor. Tarihin sayısız serüvenleri arasında yolumu kaybetmemek için, adalet kavramı üzerine düşündürücü bir örnekle yetineceğim: şayet Zola böyle bir yazılı ifade gücüne sahip olmasaydı, meşhur “İtham Ediyorum”unuyayınlamasaydı ve kamu vicdanını değiştirmek için Hyde Park’ın çimenleri üzerinde konuşmakla yetinseydi, Yüzbaşı Dreyfus’un başına ne gelirdi?

Basit Yazı ve Edebi İfade

“Açıklamak” ve “ifade etmek” fiilleri çoğu zaman birbirinin yerine kullanılır. Fransızca sözlüğe göre “açıklamak”, bilinmesini sağlamak, anlaşılmasını sağlamak; “ifade etmek” ise, düşüncesini, duygularını açığa vurmak, bunları bir işaret vasıtasıyla hissedilebilir kılmak anlamına geliyor. Fark şurada: günlük dil, hatta düşünce üzerine kurulu eser açıklar; oysaki edebi dil, düşüncenin, duyguların karanlık köşelerini ifade etmeye çalışır. İnsanın içselliği öylesine karmaşıktır ki, algılanabilirin sınırındaki bu titreşimler, kelimelerin basitçe art arda sırlanmasıyla açıklanamaz.

Edebiyat, bu sıfatı hak edebilmek için, basit yazının aksine iki çok önemli yeti gerektirir:

- öncelikle içtenlikten yana bir akıl, çelişkilere maruz kalmak pahasına analizlerde, sentezlerde içtenlik.

- ardından yetenek gelir, yani bizim konumuzla ilgili olarak, “İşaretler”i yazıdan bir edebi eser yaratacak şekilde ortaya koyma kabiliyeti, kapasitesi.

“Zihnin anlama ve uyum sağlama niteliği”, bir başka deyişle “halihazırdakini anlamak ve onun sonucuna göre hareket etmek” olarak tanımlanan zeka kimi zaman daha farklı olan şu tanıma da yaklaşır: “birbirleriyle danışan, anlaşan iki kişi arasındaki iletişim”. Mesela, “birisiyle danışıklı hareket etmek”.

Zeka eğer, anlayan zihnin niteliğiyse, samimi hissiyatımızın titreşimlerinin ne anlama geldiğini anlamaya çalışarak işe başlamak zekice değil midir?

TLF’ye göre (Trésor de la LangueFrançaise) edebiyat “yazı dilinin estetik kullanımı”dır, romansa “gerçekle hayali olanı karıştırarak, bir kahramanın kaderini ya da kendi psikolojileri, toplumsal çevreleri, tutkuları içinde sunulan birçok kişilik arasındaki olay örgüsünü anlatmak suretiyle ilgi yaratmaya çalışan edebi eser”dir. Kişiliklerin psikolojilerini yani davranışlarını, hissetme ve düşünme şekillerini incelemek ve tasvir etmek için romancı, mecburen kendine dair bilgisini kullanır, “başkası için yazmak isteyen”in ulaşabileceği insan kobayının.

Sözlerimin başında samimi bir muhataba, Sokrates’in içsesi olan “daimon”a imada bulunmuştum; Kilisenin etkisiyle bu terim “démon”u(Fr. Şeytan) doğurdu. Zira bir Mümin için selamete ulaştıran ses ancak Tanrı’nın sesi olabilir. Düşmüş bir varlığın derinliklerinden yükselen ses, ancak Kötülük fısıldayabilir. Ne önemi var, inançsız olan ben, akla kendi gerçek, en değerli unsurlarını sunabilmek için kalbin titreşimlerinden geçmekten başka yol bilmiyorum. Duyarlık düşünceyi körüklüyor, hayalgücünü besliyor, ahlakla ve hikmetle söyleşiyor, delilikle flört ediyor. Onun sayesindedir ki, insanla muhatap olan insan, yalnızca “ben”in bir yorumcusu olmayıp ona insandan söz etme misyonunu üstlenecek ya da kendine özgü taraflarıyla bir dönemden ama Kültürlerin tamamlayıcılığını, devamlılığını temin etmek için. Hümanizm tarihsel aktarımla nesilleri birbirlerine bağlamaya; geçmişi, şimdiyi ve geleceği ayıran kopuklukların önüne geçmeye; farklı ruhsal mirasları temsil eden zihinleri birbirlerine yaklaştırmaya; Goethe’nin “Weltliteratur” dediği bu “edebiyat cumhuriyeti”ni ortaya çıkarmaya dayalı değil midir?

İşte bu evrensellik ihtiyacı içinde, az önce sözü edilen “İşaretler” hem zenginliklerini hem sınırlarını ortaya koyarlar. Bu İşaretler, okurun zihninde gerçekçi bir imge yaratmak, hassasiyetini tetiklemek, tınılar uyandırmak, yazarla okur arasında sonsuz bir diyaloğu güçlendirmek amacıyla, alegori, analoji, ses yinelemesi, yarım kafiye, mecaz, ritim, iç kafiye, hatta tasvir şeklinde ortaya çıkabilir. Ama çevirmende bu “İşaretler” eksiktir, iki kültüre, iki dile tamamıyla hakim olsa da. “Traduttore, traditore” der bir İtalyan özdeyişi; “çevirmen haindir” zira asırlar, iklimler, hayat şartları, yeryüzünün örsünde, morfolojisi, zihniyeti, duyarlığı farklı, kendi insani duygularını birbirlerinden farklı görsel ve işitsel işaretlerle ifade eden ırkları dövmüştür. Babil Kulesi’nin dikilmesi, dillerin ve kültürlerin ayrılması yol açmamış mıdır?

Bu “farklı işaretler” hakkında, şiirsel yazımla ilgili bir örnek vermek istiyorum. “Serbest nazım” ortaya çıkana kadar Batılı şair, hece, kafiye, durak vs. hesaplarına dikkatini veriyordu. Victor Hugo’nun bir yaştan itibaren alexandrin vezninde rüya gördüğü söylentisine kadar varmıştı iş. Osmanlılardaki, adından anlaşıldığı üzere pek az rafine olan “Divan Edebiyatı”nda, “İşaretler”in etkisi hece hesabında değil, sadece bir mısraın, bir beytin müzikalitesinde ortaya çıkıyordu. Nazma çekilecek İşareti, aruz vezni denen, müzik partisyonlarını hatırlatan ses yansımalarıyla oluşturulmuş 96 kalıptan birine göre kopya etmek yetiyordu.

Bu çeşitliliğe bir de insani bilgilerin çoğalması ekleniyor. Mesela; sözlüğün “uzun şiir ya da yüksek üslupta mensur anlatı” dediği destan, olağanüstünü gerçeğe, tarihi efsaneye karıştırarak tarihi bir olayı ya da bir kahraman imgesini ulular. Zaman içinde şiiri “edebiyatın prensleri”ne bırakmak, “olay”ı da, belirli bir yavanlık imasıyla şiirsellikten uzaklıkla itham edilen romana emanet etmek üzere bölünür destan. Niçin? Sanıyorum, “mütebahhir”den uzmanların ortaya çıkması fenomeninden dolayıdır bu. İsa’dan dört yüzyıl önceki Pythagoras, dokuz yüzyıl sonraki, Avicenna diye bilinen İbn Sina, hatta Rabelais ve Pascal, aynı zamanda bilgin, filozof, yazar, matematikçi, hekim, fizikçi ve ayrıca imam ya da papazdılar. Günümüzde matematikçi kendini matematiğe adıyor ve “düşünce”lerini yazmaktan sakınıyor; taşra hekimleri ya da aile hekimleriyse, yerlerini kardiyolog, romatolog vs.ye bırakarak tatlı bir hatıranın içinde kayboluyorlar. “Hekimim bana tavsiye etti” denmiyor artık, “romatoloğum öyle uygun gördü” deniyor daha çok. Aynı şekilde, yazar müphem bir kelimeye dönüştü. Bugün artık şairler, denemeciler, hikayeciler, gazeteciler ve romancılar var; bir de bunların alt bölümleri: kırsal, bilim-kurgu, otobiyografi, fantastik, kara dizi yazarlarıvs. Bir yayıncıya yerleşik kategorilerin hiçbirine girmeyen bir metin öneren zavallı yazarın vay haline! Bugün insanoğlunun bilgi yelpazesi, tek bir beynin tekelini ve kapasitesini çok aştı. Bugün, duyguların girdabı, karmaşaların eşanlamlıları içinde “aklı” kaybetmekten korkuluyor gibi geliyor bana. Marx ya da Freud okurken heyecandan gözyaşları döken bir okur hayal etmek zor.

Geliştirmem gereken tek bir terim kalıyor geriye; “birleşme noktası” diye adlandırdığım terim. Bunu daha önce sözlerimle “ifade etmiş” olduğumu umuyorum ama şimdi “açıklamak” ve birkaç tanıklık unsuru ileri sürmek istiyorum.

Birbirleriyle kesişen ve böylelikle alanı sınırlandıran iki daire düşünelim. Bu alanın içindeyim ama onun mahpusu değilim ve her halükarda bu alan, geometrik bir şekilde olacağı kadar belirli hatlar sunmuyor. Mahpus, belirli hatlar, bu terimler tesadüfen aklıma gelmiş değil, çünkü burada, iki farklı dilde yazmanın getirdiği “meydan okuma”yı göstermek istiyorum. Yazara hem zevk hem acı getiren meydan okumayı.

Zevk

Fransız dili, bir Fransızca sözlükle Türkçe sözlük arasındaki kalınlık farkının -en azından, Türk dilinin içinden bazı şeyleri atarak yenilendiği iddiasından buyana, bugünkü haliyle- gösterdiği gibi, semantik bir zenginlik sunuyor. Fransızcanın bu kelime dağarcığı zenginliği, mesela, renkleri bütün nüanslarıyla belirtmeye ve görünür kılmaya izin veriyor; özellikle de felsefi, dini kavramları ifade etmeye. Bu bereketli lügatin içinde yolculuk etmenin, istenen soyut ya da somut nüansa en çok yaklaşan doğru kelimeyi aramanın verdiği bir zevk var.

Türk dili de kendine has dehasını taşır, ama bunu size ayrıntılı olarak tasvirde zorlanırım çünkü dilci değilim ve bu konudaki bilgim düşünülmüş olmaktan ziyade sezgisel. Bir örnek vermek gerekirse; Türkçenin morfolojisi ve sentaksı iç kafiyeler oluşturur, “it ürür kervan yürür” gibi popüler atasözlerinde dahi ortaya çıkar bu. Bu fonetik fenomenler ortaya çıkınca, cümlenin içinde bir seyir işlerler.

Acı

Türkçede “geçmiş zaman” denen ve nakledilen olayların görgü tanığı mı olunduğunu yoksa başka yerden mi duyulduğunu belirlemeye imkân veren hatta bunu mecbur kılan bir fiil kipi var. Bu fiil kipinin Fransızcada eşdeğeri yok, bazen bunun eksikliğini duyuyorum ve “gibi görünüyor” ya da “dediler bana” ifadelerini ekleme ihtiyacı hissediyorum, zira Fransızcadaki “conditionnel” tam olarak aynı işlevi karşılamıyor. Bu zorluktan muğlak bir zevk doğuyor, bunca Kartezyen ve belki de fazlasıyla kendinden emin Fransız diline bir dirhem şüphe, bir geri çekiliş ihtimali ilham etmenin yolunu ya da ritmini bulmanın zevki.

Yukarıda Türk dilinden çok sayıda terimin çıkarıldığını söylemiştim. Bu girişim, yüzyıllar içinde Türk diline dahil olmuş Arapça ve Farsça kelimelerin kökünü kazımak amacındaydı. Bu kökünü kazıma, kaçınılmaz bir fakirleşmeyle sonuçlandı. Aynı süreçte, batı kökenli, özellikle de Fransızca çok sayıda kelime dile dahil ediliyordu. İki dilli ya da iki kültürlü olanlar için bunun bir kolaylık yolu açacağı düşünülebilir. Konuşma dili için bu geçerli, ben de çoğu zaman kendimi, Türkçe bir konuşmayı Fransızca kelimelerle süslerken buluyorum. Ama yazı dilinde bu sonradan alınan kelimeler iki kat yabancı geliyor kulağa, şişirdikleri dilin müzikalitesine pek de iyi uyum sağlamıyorlar. Çoğu zaman, dolambaçlı yollarla, dolaylı anlatımlarla üstesinden gelinmesi gereken yeni bir zorluk bu; paradoksal olarak Türkçe yazdığım zaman çoğunlukla, başka zamanda olduğundan çok daha az Fransızca kelime kullanıyorum.

Bu bölümü iki dilliliğin zevki ve acısı üzerine bir itirafla bitireceğim: Kendi eserlerimi çevirmekten daha nahoş ve zor bir şey yok benim için. Vaktiyle Baudelaire’in hem manzum hem mensur şiirlerini çevirmekten –elbette acıyla bezeli- gerçek bir zevk almıştım. Benim için bu dizelerin müzikalitesini vermek, okur olarak anladığım, kavradığım şekliyle imgeleri ortaya çıkarmak söz konusuydu; kendimi yorumcu gibi hissediyordum, yaratıcı gibi değil. Kendi yazılarını çevirmek, kendi kendinin yorumcusu olmaktan ibaret olamaz! Yazarı okura dönüştüren tuhaf bir şizofreniye kapılmış hisseder insan kendini. Bir klonlama kadar kafa karıştırıcı ve bezdirici olabilen yeni bir yaratıma itilmiş hisseder.

Hezeyanlarıma son vermeden önce General De Gaulle’ün sözlerine geri dönmek istiyorum: “Karşı kıyıda, bizim kaybetmek eğiliminde olduğumuz ve içinde insanın araç değil amaç olacağı bir medeniyetkurmak için bir gün muhtemelen onlarda yeniden bulduğumuzda çok memnun olacağımız bir kültür, bir hümanizm, bir insan ilişkilerinde mana var.” Kültürlerin tamamlayıcılığının ne kadar apaçık olduğunu vurgulamak için, sağduyu dolu bu birkaç söze ne ekleyebilirim? Bana gelince, kendi ölçülerim, kendi kapasitem içinde, doğayla birlikte yaşayanlarla onu yenmeyi ümit edenler, yürekle ihtiras arasında kopmuş olan bağı, insanın bu içsel şarkısını fısıldayarak; onu hayat şartlarını, kültürünü ve dilini yansıtan romanesk eylemin içine yerleştirerek yeniden kurmaya çalışıyorum. Ve bunu mitik zamanların bir kahramanını değil, benim de parçası olduğum varlığın erekliğini (finalité) yüceltmek için yapıyorum. Bu içsel şarkıyı derinlemesine araştırmaya, kavramaya çalışıyorum, kendi melodilerinin ritmiyle bilincimi uyandırmak için titreşip duran filigranları aracılığıyla onu yakalamaya çalışıyorum. Kelimeleri, işaretleri, kendi dalgalanmalarının müzikalitesine uyarlamaya çalışıyorum, sağanağının parmaklıkları ardından somut olanı ve somut olanın ötesini görmeye izin verecek puslu manzaraların esrarını resmetmek için.

Çok değerli dinleyiciler, günün birinde bunu başarırım belki?

Çeviren: Nihan Özyıldırım

Écrivain à la jointure de deux
cultures et deux langues

Mesdames, messieurs, bonjour

Si vous me permettez, je vais, avant d'aborder le sujet intitulé "L'écrivain à la jointure de deux cultures et deux langues", vous rapporter l'astucieuse voire la désobligeante attitude d'un certain John Steinbeck.

Lors de la réception de son prix Nobel de littérature (1962), après avoir prononcé les remerciements d'usage, il se contente d'un discours succinct pour déclarer en somme que son métier consiste à écrire, et non à parler, avant de regagner sa place.

Il n'est pas innocent le rappel de l'anecdote, prélude à un aveu !

En effet, chers auditeurs, je voudrais m'abriter derrière cette évocation, pour vous avouer, avec humilité, que je préfère donner lecture de mes élucubrations accouchées sur le papier, au lieu de me lancer dans un exposé oral, sentier méconnu par une personne qui ne fait que parler avec soi-même, à la limite d'un marasme considéré comme une carence de l'esprit.

Que mon interlocuteur préféré soit mon "daïmon" ne m'empêche guère de tendre aussi l'oreille aux réflexions de ceux qui pensent, analysent leurs pensées, essaient de les exprimer. À propos d'expression, de "langue" en l'occurrence, j'écoutais dernièrement un conférencier égyptien affirmer qu'entre le IXe et la fin du XIIIe siècle, dans le monde connu d'alors, du moins dans ce centre commercial, culturel et scientifique que fut le bassin méditerranéen, la langue dominante était l'arabe. À l'instar, ajouta-t-il, de la langue anglaise de nos jours.

Je trouvais, en ce qui concerne l'impact d'une langue – entre l'arabe d'antan et l'anglais de nos jours – qu'il venait de faire abstraction d'un siècle et demi environ – de la fin du XVIIIe siècle jusqu'à la moitié du XXe – durant lequel l'influence de la langue française, surtout dans le domaine culturel, s'étendait du Maghreb jusqu'en Russie, sans ignorer ce vaste Empire Ottoman installé sur trois continents. Pour donner un aperçu, on peut citer le mot "Frenk". Lorsqu'un vakânüvis (chroniqueur ottoman) fait référence au mot "Frenk" il ne désigne pas seulement ce qui a rapport à la France, au français, mais à ce qui est du ressort de l'Occident, dans son ensemble.

Du temps des vakânüvis un nouveau concept de l'humanité commençait à trouver écho sur les rives du Bosphore vers la fin d'un siècle qualifié d'ailleurs, comme "Siècle des Lumières". Selim III, le sultan de l'époque, souverain éclairé, poète, était ouvert à toute idée, tout remède dans l'espoir de freiner la décadence de son empire qui s'effritait. Il a environ trente ans quand éclate la Révolution française, il suit de près l'épopée d'un certain Bonaparte, et comprend vite la nécessité de remettre tout en cause : les idées, les institutions, la pratique de la religion, les traditions et l'armée. Que choisir comme modèle sinon cette puissance française qui renaît de ses cendres? Selim va emprunter la voie du progrès mais, détrôné, victime d'une mentalité indécrottable à l'époque, il n'aura guère le temps de réaliser son projet.

Après une période d'immobilisme hésitant pendant le règne de Mahmut II, le flambeau sera repris trente ans plus tard, et le désir du renouveau sera officialisé cette fois avec une déclaration du francophone Mustafa Reşit paşa après l'avènement du sultan Abdülmecit (1839). C'est avec cette déclaration officielle appelée "Gülhane hattı humayunu", inspirée de la "Déclaration des Droits de l'Homme" de la Révolution française que débute la période dénommée "Tanzimatı-Hayriye", période propice à l'installation de la culture française – représentante des valeurs de l'Occident – pour plus d'un siècle, jusqu'à la fin de la deuxième guerre mondiale.

Mes jeunes années ont été témoins vivants de cette assise linguistique du français. Avant la deuxième guerre mondiale, cette langue était encore la langue de prédilection des familles aisées, surtout à Istanbul, à Izmir, et ce, quelle que soit la confession : chrétienne, juive ou musulmane. Les rayons des bibliothèques étaient encore occupées par les noms prestigieux de la littérature française. Edgar Poe n'avait pas encore supplanté Hugo, et moi, petit lutin, pour éviter l'année préparatoire à mon entrée au collège, je récitais "Oceano nox" devant le très âgé proviseur frère Laurent. Par la suite, le français n'est pas seulement devenu pour moi la langue de la sphère scolaire – au collège, on nous interdisait de parler turc – mais celle de la sphère intime de la pensée : je lisais en français la littérature française mais aussi, dans cette langue, les traductions de Dostoïevski ou Zweig. Dès qu'il s'agissait de penser, de m'interroger sur le fini et l'infini, sur l'être ou sur la morale, cette réflexion se faisait en français. Et mes premiers essais dans l'écriture se sont faits dans cette langue.

D'ailleurs, si mon père, francophone comme ma mère et mon grand-père, m'avait confié aux soins d'une gouvernante française, m'avait inscrit dans un lycée français, m'avait envoyé à Paris pour la suite de mes études, c'est parce qu'il considérait la connaissance de cette culture, de cette langue, comme essentielle pour l'ouverture de l'esprit : disposition indispensable pour réussir sa vie en ce bas monde qui, un jour ou l'autre, finirait par se défaire des frontières.

Après la cessation des hostilités qui laissèrent l'Europe exsangue, les premières lueurs d'un avenir sans frontière commencèrent à éclairer les esprits. Abolir les frontières afin d'éviter ce fléau qu'est la guerre. Soit, mais… dans quel périmètre ? Eh bien, dans le périmètre des peuples qui ont une même culture. Culture ! Le mot est lancé. Il convient de savoir maintenant ce que signifie cette culture qui n'est pas un produit des champs. Elle est plutôt, selon les lexiques, je cite : "l'ensemble de connaissances et de valeurs abstraites qui, par une acquisition méthodique, éclaire l'homme sur lui-même et sur le monde, enrichit son esprit, lui permet de progresser" (fin de citation). Pour acquérir cette Culture abstraite existerait donc une méthode. Sur quoi repose cette méthode? Dirons-nous sur l'écoute de soi-même, sur la fructification des dons naturels, sur la recherche continue de nouvelles connaissances, sur l'enseignement des savoirs acquis, c-à-d en trois mots sur l'Art, la Religion et la Science.

Dans les structures sociétales de l'Histoire, dépendant des conditions géographiques, climatiques, la Science, au stade de trouvaille, participe à l'installation des mœurs et coutumes ; l'Art, ce désir d'exprimer ce qui est inexplicable, se contente des moyens du bord ; et la Religion, elle, crée la notion du "divin" pour remédier à l'angoisse d'un Au-delà. Si "cultura", du latin classique, est à l'origine du mot culture, elle est aussi liée au mot "culte", c-à-d façon de vénérer, d'honorer le divin selon les règles bien prescrites. Les siècles s'écoulent, l'homme progresse, découvre pour finir l'Être Suprême et lui attribue des noms : Yahvé, Dieu ou  Allah. L'Être Suprême est unique, mais les Livres sacrés et leurs compléments sont multiples, les rituels différent d'un culte à l'autre, et les affaires se compliquent : ceux qui vénèrent Yahvé interdisent de prononcer son nom, car Yahvé est un souffle ; les serviteurs d'Allah répugnent à lui donner un visage, car Allah, c'est l'Esprit ; quant aux fidèles du "Verbe qui s'est fait chair", Dieu, ils n'ont pas à s'enquérir du mystère de sa naissance : le dogme y supplée. Pour des querelles de clocher, les fidèles se divisent, s'affrontent, comme si le chemin de la félicité de l'un était souillé par la présence de l'autre… Conscients ou pas, ils annoncent l'Apocalypse ! Que vaut cette vie éphémère sur Terre, comparée à celle d'un Au-delà éternel !

Cet aperçu sur la Croyance peut paraître comme une digression futile. Il me sert pourtant à discerner parmi les composantes d'une Culture, celle qui  est la plus tenace, dirais-je même la plus pugnace. Si les traditions, à la longue, s'accommodent des progrès de la Science, si l'Art se contente de ranimer les émotions en sommeil, la Religion, elle, promet l'immortalité à l'Homme, devient outil de pouvoir. Ce qui est dit est écrit. La Loi du Seigneur ne supporte pas l'arbitraire. Et… prière n'est pas dialogue. Si, par définition lexicale, l'écrivain écrit pour autrui, il vaut mieux pour lui, s'imprégner de deux cultes, de deux cultures, au lieu d'un pour ne pas s'aveugler par une unique version des faits. Je vais me référer au général De Gaulle lui-même qui a eu l'occasion d'approcher un autre culte, une autre culture que la sienne. Je cite : "Il y a, de l'autre côté de la Méditerranée, des pays en voie de développement. Mais il y a aussi chez eux une civilisation, une culture, un humanisme, un sens des rapports humains que nous avons tendance à perdre dans nos sociétés industrialisées et que, un jour, nous serons probablement très contents de retrouver chez eux. Eux et nous, chacun à notre rythme, avec nos possibilités et notre génie, nous avançons vers la civilisation industrielle.  Mais si nous voulons, autour de cette Méditerranée – accoucheuse de grandes civilisations – construire une civilisation industrielle dans laquelle l'homme sera une fin et non un moyen, alors il faut que nos cultures s'ouvrent très largement l'une à l'autre."(fin de citation).

Voilà donc l'exemple d'une ouverture d'esprit, faculté nécessaire, primordiale, au métier de l'écrivain, me semble-t-il.

 

Mon intitulé comportait deux mots clef "culture et "langue". Après avoir côtoyé la Culture, essayons maintenant d'étudier la Langue ou plutôt le "Langage" en comparant :

- d'abord, l'oral et l'écrit

- ensuite, la simple rédaction et l'expression littéraire

 

Le parler et l'écrit

À mon humble avis, l'écrit apporte à la chose dite, expliquée, la garantie d'une durabilité "ad vitam aeternam". En cumulant, superposant les diverses "connaissances", il prépare le terrain pour la complémentarité des cultures. Est-il nécessaire de rappeler l'importance des archives dans les découvertes au long des âges?

Outre la longévité, l'écrit procure aussi la diffusion de l'idée. Afin de ne pas m'égarer dans la revue d'innombrables péripéties de l'Histoire, je vais me contenter d'un exemple qui laisse pensif sur la notion de justice : que serait-il advenu du capitaine Dreyfus si Zola n'avait pas cette force d'expression écrite, s'il n'avait pas publié son fameux "j'accuse", et si, pour alerter la conscience publique, il s'était contenté d'utiliser son verbe sur la pelouse de Hyde park?

 

La simple rédaction et l'expression littéraire

Des deux verbes "expliquer" et "exprimer", on emploie souvent l'un pour l'autre. Or, pour le dictionnaire de la langue française, "expliquer", c'est faire connaître, faire comprendre ; et "exprimer", c'est manifester sa pensée, ses sentiments, les rendre sensibles par un Signe. Eh bien, la différence est là : le langage quotidien, voire l'ouvrage fondée sur la réflexion, explique ; tandis que le langage littéraire essaie d'exprimer par des signes les coins sombres des pensées, des sentiments. L'intériorité de l'homme est d'une telle complexité qu'on ne peut expliquer, par simple succession de mots, ces vibrations à la limite du perceptible.

À l'encontre d'une banale rédaction, la Littérature, pour être digne de ce nom, exige deux facultés primordiales :

- d'abord une intelligence partisane de la sincérité, sincérité dans les analyses, les synthèses, quitte à subir des contraintes.

- arrive ensuite le talent, c-à-d – en ce qui concerne notre sujet – l'aptitude, la capacité à mettre en œuvre ces "Signes", qui font d'une rédaction un ouvrage littéraire.

L'intelligence, définie en tant que "qualité de l'esprit qui comprend et s'adapte" autrement dit "la faculté de capter le présent et d'agir en conséquence", s'apparente parfois à cette autre définition qui désigne "la communication entre deux personnes qui s'entendent, qui se concertent". Par exemple "agir d'intelligence avec quelqu'un".

Si l'intelligence est la qualité de l'esprit qui comprend, n'est-il pas intelligent de commencer par comprendre ce que veulent dire ces vibrations de nos ressentis intimes?

Selon le TLF (Trésor de la Langue Française), la littérature est "usage esthétique du langage écrit" et le roman "une œuvre littéraire qui, mêlant le réel et l'imaginaire, cherche à susciter l'intérêt en racontant le destin d'un héros ou l'intrigue entre plusieurs personnages présentés dans leur psychologie, leur milieu social, leurs passions". Pour étudier et décrire la psychologie , c-à-d les comportements, les manières de sentir, de penser des personnages, le romancier passe forcément par la connaissance de soi, cobaye humain à la portée de "celui qui veut écrire pour autrui".

En préambule à mes propos, j'ai fait allusion à un interlocuteur intime, le "daïmon", cette voix intérieure de Socrate ; sous l'emprise de l'Eglise, ce terme donnera naissance au "démon". Car, pour le Fidèle – cela dit en passant – la voix salutaire ne peut être que la voix du Seigneur. Celle qui remonte du tréfonds d'un être déchu ne peut que souffler le Mal. Qu'importe, mécréant que je suis, je ne vois pas autres chemins que de passer par les vibrations du cœur pour offrir à la raison ses véritables, ses plus précieux éléments. La sensibilité attise la pensée, nourrit l'imagination, discute avec la morale, la sagesse, flirte avec la folie. C'est grâce à elles que l'homme s'adressant à l'homme pourra se donner pour mission de lui parler de l'homme, non pas simplement pour se faire l'interprète d'un "moi", ou d'une époque en ses aspects particuliers, mais pour assurer la complémentarité, la continuité des Cultures. L'humanisme ne consiste-t-il pas à relier entre elles les générations par transmission historique, à conjurer les ruptures qui séparent le passé, le présent et l'avenir, à rapprocher les uns des autres les esprits qui représentent des héritages spirituels distincts, à susciter cette "république des lettres" que Goethe appelait Weltliteratur".

C'est dans ce besoin d'universalité que les "Signes", évoqués tout à l'heure, offrent à la fois leur richesse et leurs limites. Ces Signes peuvent apparaître sous forme d'allégorie, d'analogies, d'allitérations, d'assonances, de métaphores, de rythmes, de rimes internes, voire de descriptions afin de provoquer une illusion réaliste dans l'intellect du lecteur, de déclencher sa sensibilité, d'éveiller des résonances, de démultiplier un dialogue infini entre auteur et lecteur. Mais ce sont ces "Signes" là qui feront défaut au traducteur même si celui-ci possède à fond les deux cultures, les deux langues. "Traduttore, traditore" dit un adage italien ;"le traducteur est un traître" car les siècles, les climats, les conditions de vie ont forgé sur la surface de la planète des races aux morphologie, mentalité, sensibilité distinctes qui expriment leurs sentiments, humains certes, mais avec des signes à images, à sonorités différentes les unes des autres. N'est-ce pas que l'érection de la tour de Babel a engendré la dispersion des langues et des cultures.

Je donnerai un exemple à propos de ces "signes différents", en m'intéressant à l'écriture poétique. Jusqu'à l'apparition des "vers libres", le poète occidental portait son attention sur le calcul des syllabes, rimes, césures etc. On va jusqu'à dire que Victor Hugo, à partir d'un certain âge, rêvait en alexandrins. Chez l'Ottoman , dans le "Divan Edebiyati", comme son nom l'indique, courant littéraire un tant soit peu raffiné, l'efficacité des "Signes" apparaissait, non pas dans le calcul des syllabes, mais tout bonnement dans la  musicalité d'un vers, d'une strophe. Il suffisait de calquer le Signe à versifier sur l'une des 96 matrices formées par des onomatopées, rappelant des partitions musicales, appelées "vezni aruz".

À cette diversité, s'ajoute la prolifération des connaissances humaines. Exemple : l'épopée, "long poème où récit en prose de style élevé" dit le dictionnaire, célèbre la mémoire d'un événement historique ou l'image d'un héros, mêlant le merveilleux au réel, l'histoire à la légende. Avec le temps, elle se scinde pour laisser la poésie "aux princes de la littérature" et confier "l'action" au roman, forme taxée de prosaïsme qui sous-entend une certaine platitude. Pourquoi? Eh bien, je crois que c'est dû au même phénomène qui, de "l'érudit" engendre des spécialistes. Pythagore, quatre siècles avant Jésus-Christ ; Ibn Sina dit Avicenne, neuf siècles après Jésus-Christ ; et même Rabelais et Pascal étaient, en même temps, savants, philosophes, écrivains, mathématiciens, médecins, physiciens, et même imams ou curés. De nos jours, le mathématicien s'adonne aux mathématiques et se garde bien d'écrire ses "pensées" ; quant au médecin de campagne ou médecin de famille, il s'efface dans un tendre souvenir, laissant la place aux experts : cardiologues, rhumatologues etc. On ne dit plus "mon médecin m'a conseillé", mais plutôt "mon rhumato m'a prescrit". De même, l'écrivain est devenu un vague mot. Aujourd'hui, il y a des poètes, essayistes, nouvellistes, journalistes et romanciers… avec encore des subdivisions : auteurs du terroir, de science-fiction, autobiographies, fantastiques, série noire etc. Gare au malheureux écrivain qui proposerait à un éditeur un texte n'entrant dans aucune des catégories établies ! Aujourd'hui l'éventail des connaissances humaines a, de loin, dépassé le monopole et les capacités d'un seul cerveau. Aujourd'hui, il me semble qu'on a peur de perdre la "raison" dans le maëlstrom des sentiments, synonymes de complications. Difficile d'imaginer un lecteur verser des larmes suscitées par l'émotion en lisant Marx ou Freud.

 

Il me reste un dernier terme à développer : ce que j'ai nommé la "jointure". J'espère l'avoir déjà "exprimé" par mes propos mais je souhaiterais maintenant "l'expliquer" et apporter quelques éléments de témoignage.

Imaginons deux cercles qui s'entrecoupent et délimitent ainsi un espace. Je suis dans cet espace mais je n'en suis pas prisonnier et de toute façon cet espace n'offre pas des lignes aussi tranchées que le ferait une figure géométrique. Prison, lignes tranchées, ces termes ne sont pas venus par hasard sous ma plume car je voudrais témoigner ici du "défi" que représente le fait d'écrire en deux langues différentes. Défi qui procure à l'auteur et plaisir et souffrance.

 

Le plaisir.

La langue française offre une richesse sémantique dont témoigne la différence d'épaisseur entre un dictionnaire français et un dictionnaire turc – du moins dans son  état actuel, depuis qu'on a prétendu rénover la langue turque en l'expurgeant . Cette richesse du vocabulaire français permet, par exemple, de désigner et faire émerger les couleurs avec toutes leurs nuances; et surtout d'exprimer des notions philosophiques, religieuses. Il y a un plaisir à voyager dans cet abondant lexique, à chercher le mot juste, celui qui approchera au plus près de la nuance, abstraite ou concrète désirée.

La langue turque possède aussi son génie propre que je serais bien empêché de vous décrire en détail – car je ne suis pas grammairien et ma connaissance est plus intuitive que raisonnée. Un exemple : la morphologie et la syntaxe turques génèrent des rimes internes qui peuvent apparaître même dans des proverbes populaires comme "it ürür, kervan yürür" (équivalent du proverbe français "le chien aboie, la caravane passe"). Quand ces phénomènes phonétiques émergent, ils brodent un fil dans la phrase.

La souffrance.

Il existe en turc un mode verbal qu'on appelle "geçmiş zaman" et qui permet, oblige même, à préciser si l'on a été témoin oculaire ou auditif des faits que l'on rapporte ; ce mode verbal n'a pas son équivalent en français et, parfois, il me manque et j'éprouve le besoin d'ajouter "paraît-il" ou "m'a-t-on dit", car le conditionnel ne remplit pas exactement le même office. Alors, de cette difficulté, naît un plaisir ambigu, celui de trouver la formule ou le rythme qui insuffle à cette langue française si cartésienne – et peut-être si sûre d'elle – une once de doute, l'ombre d'un recul.

J'ai dit plus haut que la langue turque avait été expurgée de nombreux termes. Cette entreprise avait pour but d'éradiquer les mots d'origine arabe et persane qui s'étaient greffés au fil des siècles sur la langue turque. Éradication qui aboutit à un inévitable appauvrissement. D'autant que, dans le même élan, on importait de nombreux vocables d'origine occidentale, et notamment des mots français. On pourrait croire que pour les bilingues ou biculturels ces importations ouvriraient la voie de la facilité. C'est vrai dans le langage oral et il m'arrive souvent d'émailler une conversation en turc de mots français. Mais pour l'écrit, ces greffons sonnent de manière doublement étrangère, s'intègrent mal à la musicalité de la langue qu'ils boursouflent. Nouvelle épreuve qu'il faut surmonter, trop souvent, par des détours, des périphrases : paradoxalement, quand j'écris en turc, j'emploie beaucoup moins souvent que d'autres des mots d'origine française…

Je terminerai ce développement sur le plaisir et la souffrance du bilinguisme par un aveu : rien ne m'est plus déplaisant voire difficile que de traduire mes propres ouvrages. J'ai autrefois éprouvé un réel plaisir – teinté de souffrance, bien sûr – à traduire des poèmes – en vers et en prose – de Baudelaire. Il s'agissait, pour moi, de rendre la musicalité de ces vers, faire naître les images telles que je les recevais, percevais en tant que lecteur ; je me sentais interprète, pas créateur. Traduire ses écrits personnels ne peut consister à se faire l'interprète de… soi-même ! On se sent atteint d'une curieuse schizophrénie qui transforme l'auteur en lecteur. On se sent alors poussé à une nouvelle création qui peut paraître aussi déroutante et lassante qu'un clonage.

 

Avant de mettre fin à mes élucubrations, je reviendrai sur les paroles du Général De Gaule : "il y a de l'autre côté une culture, un humanisme, un sens des rapports humains que nous avons tendance à perdre et que nous serons probablement très contents de retrouver chez eux afin de construire une civilisation dans laquelle l'homme sera une fin et non un moyen". Que pourrais-je ajouter à ces quelques mots pleins de bon sens pour insister sur l'évidence de la complémentarité des Cultures ? Quant à moi, j'essaie, dans la mesure de mes capacités, de reconstituer ce fil rompu entre ceux qui vivent avec la nature et ceux qui espèrent la dompter, entre le cœur et l'ambition, chuchotant ce chant intérieur de l'homme en le plaçant dans une action romanesque qui reflète sa condition de vie, sa culture, sa langue. Et cela, pour célébrer, non pas un héros des temps mythiques, mais la finalité de l'être dont ma personne fait partie. J'essaie de sonder, capter ce chant intérieur, j'essaie de le saisir par ses filigranes qui palpitent afin d'éveiller ma conscience au rythme de leurs mélodies. J'essaie d'adapter les mots, les signes, à la musicalité de leur ondulation pour peindre le mystère des paysages brumeux qui, à travers les grilles de leurs ondées, permettront de voir le concret et l'au-delà du concret.

Mes très chers auditeurs, y arriverai-je peut-être, un jour?